30 Aralık 2009

ı see you/Avatar

Böyle filmleri izleyince erkek güdülerini daha iyi anlayabiliyorum. Fikir dünyası yüzeysel de olsa görseldeki derinlik! adamı uçurabilir.

Magic mushroom insanın duyularını keskinleştirir. Kurt adama dönüşen Jack Nicholson gibi derinleşir görsel algı . 3D’de izlanan Avatar da magic mushroom etkisi yapar.

Oğuz Koloğlu söylemişti. Moulin Rouge filmi için. “Yönetmen böylesine sıradan bir hikayeyi sinema yapma fikrini yapımcıya nasıl anlattı da ikna etti?”.

Moulin Rouge’da fakir genç güzel kız birbirlerine aşıktır. Aralarına zengin ve kötü kalpli patron girer ve gençleri ayırır. Delikanlı kahrından verem olur. Hikayesi bundan ibaretti filmin.

Ancak, üzerinde 40 fırın ekmek yemiş görsel yönetmen Moulin Rouge filmini uçurmuştu.


Alın size insanların istila ettiği bir gezegen, gezegenin ilkel kabile tadındaki uzaylıları ve uzaylı kadınla, insan adam arasında doğan aşk.

Avatar’ın hikayesi bundan ibaret. Ancak gelin görün ki James Cameron isimli yönetmenimiz kafaya takar. Filmi yapmak için 10 yıl boyunca bir kamera teknolojisi üzerinde çalışır. Aynı anda 197 kamera ile yapılan çekimlere toplam 200 milyon dolar harcar. Ve benim gibi bilim kurgu sever olmayanların bile dibini düşüren Avatar’ı çeker.

17 Aralık 2009

başbakan “bunları süpürün” demiş



Bahsettiğimiz günlerdir Ankara’da eylem yapan Tekel işçileri. Öyle siyaset, provokasyon falan yok. Anadolu’dan gelmiş hepsi. Özelleştirmeden sonra sözleşmeli statüye, 4/C’ye geçip maaşlarının bin beş yüz TL’den 600 TL’ye düşmesini istemiyorlar.

Önce AKP Genel Merkezi’nin önünde eylem yaptılar. Gece olunca polis bunlara gelin diyor. Bu soğukta kalamazsınız. Doluşuyorlar polis minibüslerine. Bir salona götürüp battaniye falan veriyorlar. Ertesi gün nereye gideceksiniz diye soruyor polis. AKP binasına diyorlar. Olmaz diyor polis oraya gidemezsiniz. Hadi Abdi İpekçi Parkı’na. İki gündür orada eylem yapan Tekel işçileri, kamuoyunun ilgisini çekmek için bu soğukta soyunup havuza bile girdiler. Bugünse ne oldu? Aynı polis biber gazına boğdu eylem koyanları. Tazyikli su ile müdahale etti. İşçiler bu kez gazdan kaçmak için suya atladı. Biri suda bayıldı.

Neden mi? Başbakan istemiş. Sinirlerini bozmuş Tekel işçileri. Süpürün bunları demiş. Habur’daki karşılamaya eyvallah, işçiyi süpür. İşte böyle 2 hafta da bir işçi eylemi olur, memur, öğrenci eylemi olur. Söz konusu ekmek parası olunca %47’nin bile aklı başına gelir.

Biraz sert oldu. Haber sitelerindeki yorumlara benzedi. Ama eylem koyan amcaları görünce başka türlüsü çıkmıyor.

10 Aralık 2009

house of the rising sun

New Orleans, ABD, jazz, blues, zenciler, sıcak hava, bitmeyen festivaller.





Gezinin kahramanı bu kez ben değil, Zeyno. Mardi Gras festivali.






Şişman Salı ( Mardi Gras ) alkol gibi keyif verici maddeler için 40 günlük oruç dönemine girmeden önce son kez bu zevklerin tadını çıkarmak için yapılan bir kutlama.




Boncuklu kolyeleri binalardan tepenize atıyorlar.




Ancak kolyeyi alan popo ya da göğüsleri açıp şovunu yapmak zorunda.

























Bir de rodeo kulüpler var. Ancak, yürek ister. Kaybeden sütyeni çıkarıp, askıya asıp tıpış tıpış gidiyor.


Fotodan anlaşılacağı üzere kazananlar kesinlikle obez Amerikalı kadınlar değil.











Muhafazakar çevreler, bu adamlar böyle bir yaşam tarzına sahip oldukları için New Orleans’ın Katrina felaketine uğradıklarına inanıyor.




















Bu fotonun hikayesi olayın kahramanının (Zey) ağzından:

"Lay lay lom New Orleans sokaklarında dolaşırken tam köşede çok karizmatik görünümlü, karizmatik derken, "zenci noel baba" gibi bir adam gördüm. Yaklaşınca kör olduğunu fark ettim.

Bir Türk vatandaşı olarak köşede oturup hiçbir şey yapmadan, uyuklar vaziyette öööle duran yaşlı, kör bir adam görünce dilenci sandım. Yanına yaklaşık fotoğraflarını çekmeye başladım. Önce uzaktan 5 - 6 kare çektim. Sonra yaklaşmak istedim. Ben yaklaşıp çekerken, tabi sesten uyandı.

"Özür dilerim, uyandırmak istemedim, birkaç kare fotoğrafınızı çekmek istemiştim" dedim. Eliyle izin verdiğini gösteren bir işaret yaptı. Öyle şaşırmıştım ki;

1-Kör olduğu halde, sanki objektifi görüyormuş gibi bir hali vardı. Ama kör olduğu zaten gözünün şeklinden belliydi.

2-Görmediği objektife resmen poz verdi.

3-Adamda süper bir mizah anlayışı vardı: GÖZLERİ KÖR OLDUĞU HALDE CAMSIZ GÖZLÜK TAKIYORDU!

Bittim adama, çektikçe çektim. Sonra Silver yine sinirlendi, "Yeter bu dilenciyi çektiğin”. Ben de 'geliyorum' dedim, adama teşekkür ettim. 'welcome' dedi. Tam giderken içime sinmedi ceplerimi yoklayıp bozukluk aradım. Ama yoktu. Ben de içim gitse de, çünkü pek bir param yoktu, en küçük param olan 5 doları verdim. 'O ne?' dedi.... '5 dolar' dedim. Yanındaki çocuğa verdiğim parayı uzattı. Çocuk bana kıl kıl baktı, adamın kulağına eğilip bir şeyler dedi. Sonra da beni resmen o köşeden kovdular.

Silver, hayatımdaki her insana haddinden fazla değer verdiğimi, böyle gidersem, dilencilerin beni azarlamasının dahi normal olduğunu söyledi. Sonra benim moralimi düzeltecek birkaç şaka yaptı, konu kapandı. Döndüğümde fotokritik'e "Uyandırdığım dilenci" başlığı ile bu fotoğrafı koyduğumda müzik konusundaki cehaletimi de öğrenmiş oldum.

Yıllardır bayılarak dinlediğim Stand By Me şarkısını en güzel yorumlayanlardan biriymiş meğer Grandpa Eliot. Hep o köşede otururmuş ve hep o kırmızı T shirt ile tulumu giyermiş. Çok saygın bir insanmış ve herkese de fotoğraflarını ÇEKTİRMEZMİİİİŞŞŞŞŞŞŞ!!!!!!

Bu hikaye de Zeynep'in utancıyla böööle bitmiş. Zeynep bir dahaki sene Sevil ile birlikte gitmeye dua ettiği New Orleans'da adamdan özür dileyecek."




Jazz'ın başkenti, Armstrong'un memleketi New Orleans, Katrina'nın ardından da festivallerini yapıyor, sadece birkaç ay erteliyorlar.


Sel felaketleri yüzünden mezarlar toprak üstünde, ama inanılmaz güzel. Ölümle dalga geçiyorlar. Her tarafta komik iskelet heykelleri var.

Okul yönetimleri, ilkokul çocuklarını yılda bir kez mezarlıkta gezdirip, ölümün normal olduğunu ve korkmamak gerektiğini anlatıyorlar.





Halkın çoğu kara büyü olarak tabir edilen voodoo'ya inanıyor.





Zaten voodonun merkezi New Orleans. Voodonun kökenli New Orleans'ta yaşayan siyahların anavatanı olan Afrika, ama burada tarikat halini alıyor.

O nedenle el falı bakanlar falan pek bol.




Özgürlüğün tadını en çok çıkaran onlar.



New Orleans iyi hoş da..


Kadınlar için bol bol hayalkırıklığı var:)


ve bu arkadaşlar dergiye poz vermiyor


sadece sokakta takılıyorlar
















dudaktaki parmağa dikkat



ikinci dikkat noktasını ben söylemiycem




















giyinik olan, sadece müzik yapanlar da var


















ve





obezler de romantiktir


























henüz kaybedilmemiş olanlar da var

07 Aralık 2009

dokunsana

Lise zamanlarıydı. Türk popu şahlanıyor. Mustafa Sandal yeni yeni filizleniyor. Suç Bende albümü.

Kimileri “Bu kız beni görmeli” şarkısıyla hatırlar. Benim içinse Top 3’de Beni Ağlatma, Suç Bende ve Dokunsana var. Sadece o günlere flash back yaptırdığı için değil. Hala yakaladığı için.

Gaz şarkılar vardır ya, araba için. Şarkı sözleri zaten ilkokul çocuğu ezberleme seviyesinde. Aç sesi. Kendi sesini duymayacak kadar. Yan arabadaki bakışları sallama.

O günlerdeki gibi. Hiç aldırma.

23 Kasım 2009

tebeşir manyağı zürih

Zürih'te cumartesi günleri bizim pazar günleri gibi. Sokaklar tenha, trafik yok gibi.


Ama pazar günleri bir acayip. Tüm şehir evine kapanıyor. Bu vesile ile yaratıcı gençler top oynayan in ve cinlerle tebeşir mesaisi yapıyor.


Mesajlar; kaldırım, asfalt farketmeden yerlere döşeniyor.


Sonra hafta içi orada yürüyen güruh ile siliniyor. Sonraki pazar ver elini yeni tebeşir mesajları.

14 Kasım 2009

japon mucizesi

Bir şeyi sevince, d‘okunu çıkarıyorum.

Mevzu kitap okumaksa bu daha vahim bir hal alıyor. Mesela bir dönem Kozinski’ye sardım. Başka yazarların yüzüne bakmadan, Jerzy Kozinski’nin (İhtiras Oyunu hariç- Özden’in bitirmesi bekleniyor) tüm kitaplarını üst üste hüplettim.


Şimdi Muramaki zamanı. Ama Ryu Murakami değil. Haruki Murakami. Ryu da Japon enteresanlığında yazıyor, ama Haruki’nin yeri bambaşka.


Majestés, Altesses, Excellences!


“Kafka on the Shore”, Sahilde Kafka adıyla kitapçılarınızda. “Yaban Koyununun izinde” ve “İmkansızın Şarkısı”nı okumuştum. “"Zemberekkuşu’nun Güncesi" ve “Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında” kitablarınıysa hala bulamadım. Zihin tembelliğinden İngilizce kitap okumaya üşenen ben illa ki Türkçe çeviri beklerken Sahilde Kafka kucağıma düştü.


Haruki Murakami için Japonların Paul Auster’ı diyenler var. Auster, Murakami’nin yanında hafif kalır. Murakami kısa cümlelerle basit bir dilde yazar. Basit insanların sarsıcı, gayya kuyusu gibi hikayelerini anlatır. İmgelere film görselliği kazandırır. Her kitabının ardından aklıda sinema sahneleri kalır.


Sahilde Kafka’nın ardından sırada Norwegian Wood, Sputnik Sweetheart ve Elephant Vanishes var. Söz.! Üşenmeyeceğim.



Murakami İngilizcesinden okunacak.

Banana Yoshimoto’nun Kitchen’ı temin edilecek.

Tom Wolfe keşfedilecek.

Haftada iki gün pilates aksatılmayacak.

Sabahları yarım saat daha erken kalkıp tüm gazeteler erkenden okunacak.

Yeni aldığım katı meyve sıkacağının hakkı verilecek.

Sadece indirimlerde alışveriş yapılacak.

Yağmur falan denmeyecek. Arabamın güzel "american ibis white - akçeltikçi kuşu beyazı” parlasın diye haftada bir yıkattırılacak. Artık yeni kokusu geçtiğine göre sadece dışı değil içi de temizlettirilecek.

İşte son dönemin “must do it”leri.

06 Kasım 2009

it’s like a vindaloo curry

House delisi oldum. Geceleri gözlerim acıyor House maratonu yapmaktan. Dr. House MD, TNT’de yayınlanıyor. Ancak, bu dizilerin en zevklisi DVD’den üst üste her gün seyredileni.


Gregory House’un yaptığı hastalık hafiyeliği. Yanında da üç kişilik dahi doktor ekibi. Yani görevimiz tehlikenin hastane versiyonu.


Bu doktorlar, hastalık teşhisi için dedektif gibi çalışıyorlar. Öyle ki bazen hastalarının evine gizlice girerek, çamaşırlarını, lavabo dolaplarını bile karıştırıyorlar. Hasta yakınlarını sorguya çekiyorlar.


House, arıza doktor. Bencil, asosyal, her daim sarkastik. Şeytan tüyü olanlardan. Çoğunluğun sevmediği ama hayranlık uyandıran, ego tavan. Aynı evde yaşamak istemeyeceğiniz ama aynı ‘circle’da bulunmanın bağımlılık yapacağı cinsten. Stacy’nin deyişiyle House şöyle bi adam:

It’s like a vindaloo curry


When you're crazy about curry,that's fine.

But no matter how much you love curry,you have too much of it, it takesthe roof of your mouth off.

And then you never wanna see curryfor a really, really long time.

But you wake upone day and you think...god, i really miss curry.

01 Kasım 2009

rakı eşliğinde jazz keyfi

Küçük masalar, kırmızı halılar. Loş ışıklar. Masalarda minik abajurlar. Öyle danslı, gürültülü bar havası değil. Özne sahnedeki performans. Öyle fonda müzik şeklinde değil, sinema konsantrasyonunda dinlenecek.

Londra’da hayran kalmıştım. Mekanlar aslında bizim eski usül gazinolara benziyordu. Vakit geçirmeye değil, iyi müzik dinlemeye geliyorlardı jazz kulüplerine. Kotla falan değil, şık kıyafetlerle.


İran caddesinde, Yosun Restoran’ın üst katına da böyle bir Jazz Club açıldı. İçelim, coşalım mekanı değil. Özenle müzik dinlemek için. Ben iki gece iki grubu ağzım açık dinledim. Sanki, Ankara’da yıllardır böyle bir kulübü bekleyen bir ton insan varmış. Masalar hep rezerve, hep dolu.


İstisna müşteriler de yok değil. Rakı eşliğinde jazz dinleyenler örneğin. Garsona, “Meze olarak ne alabiliriz?” diye soranlar. Onlar da gecemize renk kattı. Makaramız oldular. Özellikle mis gibi Ray Charles söyleyen solist Müjde için ancak, “Kızın şapkası ne eskiymiiiiş” yorumunu yapabilen bir takım kaynak saçlı kızlar..


Gecenin sonunda ikinci katına bayıldığım Hok’sun birinci katındaki barını deneyelim dedik. Zaten gece uğradığımız üç mekanın mohitolarını yarıştırıp duman olmuşuz. Güzel müzikle ruhumuzu beslemişiz. Accık da dans edelim demişiz. Girdik bara.. Anneciiim o da ne. Omuz titreterek dans eden kızlar falan. Yine kaynak saçlar. Alkol power falan yetmez benim omuzları titretmeye. Ya öyle uzaylıya bakar gibi bakacağız ya da uzayacağız. B şıkkını seçtik.


Bir de yaptığımız kontrollü rezaletler var ki bu gecenin bazı ayrıntıları sırlar dolabına kalkacak. İstanbula giderseniz Melis sizi sahneye çıkartacak:):)

16 Ekim 2009

Uğur Dündar forma giyseneeee, giyseneeeee, giyseneeee!

Zombi gibiyim, gibiydim. Bu sabaha kadar. Önce İsviçre, imza krizi. Ardından 20 saatlik günü birlik “Suriye ile sınırlar kalktı. Heyooo” şöleni. Ertesi gün Ermenistan-Türkiye için Bursa yolları taşlı, geldi bir sürü kara kaşlı.


Pek iş anlatmayı sevmiyorum burada, ama maça da değinmeden geçemeyeceğim. Futboldan haz etmeyen hatta aptal sporu bulan bendeniz- eski bir basketbolcu olan bana kimse futbolun nasıl bir zeka sporu olduğunu anlatmasın lütfen- bu tarihi maça sadece iş değil meraktan da iştirak ettim.






Bursaspor taraftarlarının- kendilerine Teksaslı deniyormuş- Ermeni futbolcuları sahaya girişi sırasında yuhalamaları üzerine utandım. Ermenistan Milli Marşı çalınırken yuhalamaları üzerine daha da çok utandım. Neymiş, Erivan’daki maçta onlar da bizi yuhalamışlar. Bırakın da mütekabiliyet ilkesini diplomatlar uygulasın. Medeniyet hallerinde çıtayı yukarı çıkaran biz olalım, değil mi arkadaşlar?

Bu Teksaslılar, Ankaragücü ayarında fanatikmiş. Zaten arada Ankaragücü’nü de sloganlarıyla selamladılar. Çocuklar sıkı çalışmış. Senkronize dalgalanmalar, benim anlayamadığım ama Uğur’un tercüme ettiği yaratıcı sloganlar falan bayağı bi antreman yapmış Teksaslılar. Beni kafadan kopartan ise “Uğur Dündar forma giyseneeeee, giyseneeee, giyseneeeeeee” kısmı oldu. Onun perde arkasını da sağ olsun yine Uğur anlattı. Bursaspor-Diyarbakırspor gerginliğinde Uğur Dündar Diyarbakır Spor forması giyerek ekranlara çıkmış. Eee Teksaslılar da alınmış duruma, Ermenistan maçında sloganları ile çaktılar Dündar’a.

Maçtan başka ne mi anladım. İlk 10 dakika zaten laptop’da haber yazdım. Ardından, o gürültüde Ankara bürodan Merdan arayarak ABD’nin mal varlıklarına el koyduğu PKK liderleri ile için Dışişleri’ni aramamı istedi. O gürültüde telefonda anlaşamadığımız için mailleştik. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bu olaydan neden haberi yokmuş, ben Bursa’da tribünlerden olaya müdahale ettim.

O sırada topun filelere gittiğini gördüm, “Ayyy çok fena gol yedik” derken, Sülü ile Uğur, “Gol yemedik kızım, fileden döndü, bu nasıl maç izlemek” diye çıkıştı. Maça konsantre oldum. Futbolcular topu birbirlerine atıyo, diğeri yakalayamıyo. Top hep dışarı kaçıyo. Öbür takım kapıyo. Bu o tarafa koş, bi bu tarafa koş. İçimi baydı.





Bende yan tarafta oyuna girmek için ısınan iki Türk futbolcuyu izledim. “Biz de basket oynarken böyle zıplıyor muyduk, bilek kıvırıyor muyduk” diye düşündüm. Saçı uzun olanını havalı buldum. Ama “saçı uzun aklı kısadır, üstelik futbolcu” dedim.


Ermeni gazeteciler Ermenistan bayrağı açtı. Türk yetkililer de, basın tribinünde bayrak açmak yasak “ diye bağırdı. Onlar da “Napalım seyircimiz yok. Takımımıza bir tek biz destek veriyoruz” dediler. Mazeretleri kabul gördü. Kimse ses çıkarmadı. Ermeni futbolcular kara kuru pek cılızdı. Zaten Sarkisyan da Gül’e, “Sizinkiler çok hızlı koşuyor. Bu nasıl oluyor?” diye sormuş. Tabi besili bizimkiler, hele Emre Belezoğlu mudur nedir, resmen koca popolu.

İşte tarihi futbol maçından anladığım budur. Bir daha futbol maçına ancak Rumlarla yaparsak giderim. Onda da Rum seyirci, pankartlar ve karşılıklı sloganlar! isterim.

06 Ekim 2009

rengi gül



Bozcaada yazılarının sonuncusu. Rengi Gül pansiyon. O kendini anlatsın...

























































26 Eylül 2009

kusursuz fırtına



Eylül en güzel zamanı dediler. İlk kez bir tatil öncesi dersimi çalışmadım, hava durumunu kontrol etmedim. Al sana. Nasıl rüzgar, nasıl soğuk. Sanki kusursuz fırtına filmi setindeyiz. Bikiniler yalan, bizim de ilk iş balıkçı yaka kazak satın almak oldu.

Ancak ada bize acıdı, ertesi gün güneş biraz yüzünü gösterdi. Üçüncü gün Ayazma’da güneşlenip denize giriyorduk. Ama bu tatilden bize güneşten çok yeme içme düştü.
PC: fotoğrafların çoğu bahsedilen mekanlara ait değil, adadan kelalaka detaylardır.


Polente

Mavi sandalye, Leonard Cohen, gelen geçeni izle, beyaz Tenedos iç, yanında Haruki Murakami-İmkansızın şarkısı.


Kahve Evi

Şömine önünde örgü ören de var, sabah gazetesini okuyan da. Kahvaltı enfes, dünyanın en muhteşem vişne reçeli. Satın alıp eve götürmek istiyorum. Ama her sabah elcağızıyla yaptığı mis gibi vişne reçelini yedirmeye çalışan Suzi’ye çok ayıp olur diye vazgeçiyorum.






Cafe at Lisa’s

Tatlıları ünlü. Tiramisuyu iyi yapan her tatlıyı iyi yapar. Lisa sınıfı geçti. Üstelik bu tiramisuyu yiyen tavlada da marsı çakıyor! Yemeyen tavlayı koltuğunun altına alıp, kendi etrafında bir tur dönüyor.


Bakkal

Evet burası bir bakkal. Gurme bakkalı. Aslında şarküteri. Ve de kafe. Şaraplar, peynirler, ithal şampuan falan filan. İçerde iki masa. İster yemek ye, ister sadece bir kadeh Corvus-Cabernet Sauvignon da iç. Buzz gibi, bayılırım.




Battı Balık

Bazı yerlerin iyi olduğunu kapısının dışından anlarsınız ya. Yok öyle şatafatlı, gösterişli falan olduğu için değil. Bilakis, olağanca sade, küçük, kendi halinde. Ama detayda öyle özenli. İyi restoranı artık kapısının önünden geçerken hisseder oldum. Çinekop ızgarayı öyle güzel yaptılar ki, kaymak gibi, parmaklarımla yedim. Üstüne bu yörenin peynir tatlısını indirdim. İşini elinin ucu ile yapmayan herkesi bir kez daha takdirle anıyorum.


Tenedos Balıkçısı

Kedileri sevmeyen, hele korkanlar bu adaya ayak basmasın. Ya da elinde içi su dolu bir fıs fıs ile dolaşsın. Çok ciddiyim. Sahil kenarında kedi istilasına uğrayan balık restoranlarındakiler bile müşteriler rahatsız olur diye su fıs fıslarıyla dolaşıyor.

Şimdi ben Levrek uzmanıyım ya. Öyle her yerde pişen levreği yemem. Sahil boyunca bir sürü şeker mi şeker balıkçılar. Mekanlar güzel de, o kapıda bekleyen müşteri çığırtkanları var ya. Antalya’daki dericiler, kapalı çarşıdaki turist avcıları gibi. Onlar buyur ettikçe, kaçar adım uzaklaşırım. Kardeşim sanki mekana girecek adam senin sesine, davetine, ısrarına mı tav olacak. Neyse biz böyle hızlı adımlarla uzarken, restoranlar bitti. Bir balık toptancısına geldik. Koca koca levrekler, gözleri cam gibi parlıyor, tap tazecik. Aldık şöyle bir orta boy deniz levreği. Pişirttirmek içinse Tenedos’u önerdiler.


10 numara! Balık ızgarada öyle yavaş yavaş, uzun uzun pişerse kurur. Bizimki nerdeyse benim elimden çıkmış gibi. İçi sulu, dışı yanmamış. Yanına adanın yerli üzümlerinde yapılan kırmızı Karga, yine Corvus’tan. Üstüne de kedoş cezmiyle oyun. Daha ne olsun..

12 Eylül 2009

life is a cabernet




Hafifletir bazı yerler. Uçuşan beyaz tüller gibi. Renklerden mavi-beyaz olur.

Uzat ayaklarını. Çek içine güneşi, ayçiçeği gibi.

Pinekle.

Önceden ve sonrasından sıyrıl. Kal o anda.

Rüzgarla ürperip sırtına al hırkayı. Güneş buluttan çıkınca fazlalık yapsın. Tek derdin bu olsun. Tek hesabın, güneşin buluttan ne zaman kurtulacağı.






Sorumsuz günlerin coşkusu geri gelsin.

Tiril tiril elbisenin eteklerini sallayıp zıplayarak yürümek gibi.

Sadece aklına geleni yap.

Zamanı günün ışığıyla, acıkan karnınla, ağırlaşan göz kapaklarınla yakala.

Kendine bir Cabernet Sauvignon günü yap.

Bozcada’da..






Mikonos böyle bir yerdi mesela. Hafif.

Artı bir de aklına eseni yapma özgürlüğü, keşif coşkusu.

Şirince, Kaş, Como Gölü, Barcelona, Montmartre tepesi, Brugge, Havana…

Zor zamanların hayal kareleri hep buralar oldu.

Listeye Bozcaada da eklendi.