26 Mayıs 2009

senin en güzel yerin beyaz Led’li gözlerin

İlk gün elim ayağıma dolaştı. Frene bas, sonra D’ye, geri mi gideceksin R’ye getir. Spor sürüş için S’de kullan. Park ederken P’de bırak. Tüm bunların yerine manuel kullanmak istiyorsan vitese geç. Ama artık debriyaj yok. Sol ayağı unut. Parmağınla tık ileri, parmağınla tık geri. Üstelik fren yapıp durursan kendiliğinden birici vitese geçer. Hareket halindeyken de otomatikten manuele geçebilirsin. Galiba arabanın bu kadar akıllısı beni salaklaştırıyor. Ben ki yolların çakalı, kadın sürücülerin medarı iftiharı şapşal şapşal sarılıyorum direksiyona. Hem de iki elle.

İlk bir hafta böyle geçti. Flört hallerinin ilk çekingenliği gibi. Şimdiyse tuttum sevgilinin elini. Küçük denemeler yapıyorum. Ama kıyamıyorum öyle gazı kökleyip sürat denemeleri yapmaya. Eskiyecek diye korkuyorum. Park edecek yer beğenemiyorum. Ya yandaki arabanın kapısı sert açılır, çizerse diye. Allahım! Görmemişin arabası olmuş diyecekler…

Her gün yıkatmak istiyorum. Temiz ve parlakken daha alımlı. Önünde durup durup seyrediyorum. Önden hem agresif hem seksi bir kadın gibi. Arkasını pek bir şeye benzetemiyorum.

Bir de beyaz küçük pırlantalar dizilmiş gibi ince bir hat var farların üstünde. Led’li farlarım ışıklı inci dizisi gibi parlıyor gündüz gece. Hep içinde olsam, yollar boş olsa, uzasak şöyle frensiz. Arabayla aşk sonatına döndü bu yazı.

Hele o yeni araba kokusu. Hiç geçmese. Masamda bile burnumda tütüyor. Kullanırken de kimse olmasın istiyorum yanımda. Motor sesini dinlesem. Vites geçişlerini hissetsem. Kafayı mı yedim ben?

Pingu mu? Yeni mekanına alışıyor. Benekli papyonu, kırmızı pabuçları vardır Pingu’nun. Adamın gözünün içine içine bakar. Biraz da şaşıdır bizim sadık yol arkadaşımız. Gözü her daim yolda co-pilotumuz. Gazı mı kökledin, atar kendini aşağıya. Ani fren de sevmez, saklanır kucağa. Yine iyisin Pingu. Otomatik vites bahane, yeni evin şahane.

24 Mayıs 2009

ölüm şiir gibi olabilir

Uzak doğulular işte bu nedenle hayatla daha iyi başa çıkabiliyorlar. Aslında yaşamak konusunda bizden daha becerikliler. Çünkü, hayatın her anına saygıyla yaklaşıyorlar.

Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı kazanan Yojiro Takita’nın “Gidişler / Departures”, ölümü normalleştiren, hatta şiirselleştiren, ölü bir bedene saygı ve yakınlık hissi uyandıran bir film. Ölümün o yok olma fikri nedeniyle yaşattığı korku yerine, yeni bir başlangıç umudu, ferahlık hissi veriyor. Hani ameliyatlarda kalbi durunca öbür tarafa gidip gelenlerin anlattıkları o rahatlama hissi.

Orkestrası dağılınca doğduğu yere dönüp bir cenaze evinde çalışmaya başlayan çellocunun hikayesi. Her ölü yeni yolculuğuna en güzel şekilde hazırlanıyor. Maktulün evinde, yakınlarının katıldığı küçük bir tören yapılıyor. Küçük bezler ıslatılarak sembolik bir temizlikle başlıyor. Geleneksel Japon kıyafeti giydiriliyor. Son yolculuğuna güzel haliyle uğurlanması ve böyle hatırlanması için makyaj yapılıyor. Ahenkle, özenle .

Töreni izleyenler de bastırdıkları duyguları ile hesaplaşıyor. Üzüntüsünü saklayan ketum eş hıçkırarak ağlarken, kimileri ise babaannelerini eğlenerek, gülerek yolcu ediyor. Bazı aileler ise töreni kavgayla, gürültüyle bitiriyor.

Japonların ölü hazırlama töreni (Nokanshi) ölüm fikri ile barıştırıyor. İnsan kadere biraz daha inanıyor.

22 Mayıs 2009

ben de diğer kadınlar gibiymişim!

Sen yıllarca yüzüne Bepanthol sür, aman öyle fondöten, pudra gibi gözenek düşmanlarından uzak dur, canım kirpiklerimi döker diye rimelleri dışla, nerde johnson's bebe şampuanı, badem yağlı mardin sabunu falan derkeeeeeen....

Evet ben de diğer kadınlar gibiymişim. Kozmetiğe, güzellik malzemelerine bulaşınca kendimi kaybettim. Ben kafayı kırdım. Günlerce saatlerce internette araştırdım. Forumlar okudum. Yılın sağlıklı ürün ödülü alan kremleri buldum. Hatta ürünlerin içeriklerini analiz edebilecek noktaya geldim. Bakın neler öğrendim:

Gülünce göz etraflarımda kaz ayakları oluştuğunu fark edince, 30'lu yaşlarda olduğum gerçeği ve göz çevresi kremleriyle de tanıştım. Devir antioxidan devri. Kırışık önleyici, azaltıcı, cilt yenileyici etkileri varmış. Mesela AHA'lı ürünler var. Yeşil çay, yosun gibi ürünler de antioxidan olarak kullanıyor. Son yıllarda keşfedilen idebenone diye bir antioxidan benim aklımı çeldi. Bunu içeren Prevage göz kremini kullanmaya başladım. Sarı sarı ilaç gibi bir kıvamı var. Bu nedenle daha inandırıcı geliyor. Gündüz ise ünlüüü La Praire Smart Eye Cream. Hem de SPF'li. Haftada bir de Shisedo göz maskesi. Ohhh mis gibi. En azından placebo etkisi yarattı. Sanki daha canlı bakıyorum!

No haş haş, no paraben

Parabenlere ölüüm. Kozmetiklerimiz çabuk bozulmasın diye eklenen çeşitli parabenleri dışlıyoruz. Paraben kullanılmayan kremler alıyoruz. Onları bolca sürüp bozulmadan bitiriyoruz. Meme kanseri olan kadınlarda paraben maddesi bulunduğuna ilişkin bir makale yayınlandıktan sonra "paraben-free" ürün sektörü oluştuğunu biliyor muydunuz?

Şu forumlara vakit ayırıp da tecrübelerini yazanların ellerinden öpmek istiyorum. Onlar sayesinde Dermalogica Precleanse temizleme yağını keşfettim. Çok eğlenceli, güzel kokulu. Önce yağı yüze masajla sür, sonra suyla yıka. Yıkarken sütümsü bir hal alıyor. Yüzünüzde çok makyaj yoksa tek başına da temizlemeye yeterli oluyor.

Hani Kelebek, günaydın gibi eklerde yazar. Efenim Ajda Pekkan bilmem nereye gitmeden önce yüzüne vitamin bilmem nesi yaptırdı diye. Bahsedilen vitaminler Skin Ceuticals gibi markaların ilacı andıran küçük şişelerinde satılan, E, C gibi vitaminleriymiş. Yağ gibi dokuları var. Geceleri yatmadan sürüyorsunuz. Ajda'nın doktoruna gitmeden evde vitaminleniyorsunuz. Bazı eczanelerde satılıyor. Strawberry.net'de de var. Bana Köroğlu'ndaki eczanede uygulama yaptılar. Bir de deneme boyu verdiler.



Türkan Şoray'ın sırrı Valmont

Azerbaycan'daki bir arkadaşım şiddetle Valmont ürünlerini tavsiye etti. Bizimki yıllar önce Türkan Şoray'la biraraya gelir. Türk sinamasının sultanı, arkadaşımın cildini çok beğenir. Hiç ürün kullanmadığını öğrenince, cildinin güzelliğini korumak için krem kullanmasını önerir. Kendisinin de Valmont kullandığnı söyleyerek sırrını ifşaa eder. Bizimki Azerbaycan'a döndüğünde Azeri First Lady Mihriban Aliyeva'nın da bu ürünü kullandığını, hatta dönem dönem Valmont'un İsviçre'deki bakım merkezine gittiğini öğrenir. Yani referenslar çok sağlam.

21 Mayıs 2009

kübalılar konuşmaz şarkı söyler, yürümez dans eder

Danimarka Büyükelçisi röportajının deşifresinin ortasındayım. I hate deşifre. Daralınca bir mola. Molada en iyisi Küba fantazisi. Keşke hayatım Küba gibi tatil yazıları yazarak geçse. Onların deşifrasi hiç koymaz. Bu yazı sansürlenerek gazetemin ekinde yayınlanmıştı. Buyrunn size sansürsüz hali..


"Fidel ölmeden önce Küba'yı görmek lazım". Fidel'siz Bir Küba'nın kapitalizme yenik düşeceğinden emin olanların dilinde hep aynı temenni. Karayipler"de yaşanan salsalı, rumbalı komünizmin fikri bile baştan çıkarıcı.

Şimdi Fidel Castro da oyundan çekildi. Küba ise Fidel yok diye değil, ama ayakta kalabilmek için zaten uzun bir süredir değişim geçiriyor. 10 yıl önce bu ülkeyi görenler , "50'li yıllarda donmuş kalmış bir film seti gibi" derken artık kapitalizm, turizm bahanesiyle sinsice ülkenin hücrelerine sirayet ediyor

Hafif, ferah serseri bir içkidir Rom. Öyle bilindik sarhoşluklara değil, coşkuya, neşeye taşır içeni. Her ülkenin içkisi o ülkenin karakterini de taşır. Rom, votkaya benzemez, Küba da diğer demir perde ülkelerine.

Şaşkın ördek bakışlarımızla indiğimiz Havana Havalimanında, diğer tur yoldaşlarımızı beklemek üzere otobüsümüze yanaşıyoruz. Ancak, Küba'da olmanın verdiği o enerji dalgasıyla otobüste oturup beklemek ne mümkün. Fotoğraflardaki o ünlü Amerikan arabaları fark edip çocuklar gibi şen arkadaki otoparka koşturuyoruz ve 50 model Chevroletleri incelerken Küba gerçeği ile yüzleşiyoruz. Ardımızda bitiveren motosikletli bir polis İspanyolca bildiğimizden emin bir tavırla bize hesap soruyor. Ne dediğini değil, ama turist şımarıklığıyla ortalıkta gezinemeyeceğimizi anlıyoruz. Küba'ya turist olarak gelmemize izin var ancak sadece onların kurallarıyla. Burada hala komünizm var ve devletin gözü üzerimizde.


Romantik bir Küba tatili peşindeyiz. Ancak, yaklaşık 20 kişilik turumuzda kendim dahil sadece 3 kadın var. Havada testosteron ağırlığı. Meğer bu beyler eski romantik komünistlermiş. Şu bizim gibi apolitik Özal gençliğinin kaçırdığı dönemden. Tabi yan gerekçeleri sonradan öğrendik. Zannetmeyin mesele sadece ideolojik.

Bir kartpostallardaki Küba var bir de....

Havana'nın merkezi, eski şehir "Habana Vieja". Kartpostallardaki Küba işte burası; cıvıl cıvıl. UNESCO'nun koruma altına aldığı görkemli kolonyal evler, her köşe başında müzisyenler, tropikal ağaçlar, dans, puro, müzik. Hafifliyorsunuz, hayat hep mojito nanesi ferahlığında yaşanıyor sanki. "Adamlar ne şanslı be. Ne dert var ne tasa. Burada "la dolce vita" diyoruz.


"Kübalılar konuşmaz şarkı söyler, yürümez dans eder" deseler de, bir de madalyonun öteki yüzü var. Şehrin turistik bölgelerinde hayat rom, güneş ve danstan ibaret gibi görünse de, birkaç blok sokak arkaya yürümek Küba gerçeğini görmek için yetiyor. Hele bizim gibi akşam karanlığında yolunuzu kaybederek bu sokaklara dalarsanız, Alice Harikalar Diyarı'nda hissi veren turistik Havana, birden "İstanbul Tarlabaşı"nın tekinsiz paniğini yaşatabiliyor. Bu sokaklardaki devrim sonrasında tek çivi çakılmadığı için harabe haline gelen devasal kolonyal evlerden insan fışkırıyor. Açık kapılardan televizyon, yüksek sesle konuşan kadın seslerinin birbirine karıştığı evlerden gelen gürültü, koşuşturan çocukların ve bağrışan gençlerin oluşturduğu kakofoni orkestrasına dönüşüyor.

"Evde yer yok evlenemem"

Kübalıların cinsel hayatları hareketli ama artık "evsizlikten" evlenmiyorlar. Evlilik oranı düşerken, kürtaj oranı da artıyor. Kendisi de hala bekar olan rehberimiz duruma açıklık getiriyor:"Neden evleneyim ki. Ailemle yaşıyorum. Evlenirsem karımı da bu eve getirmem gerekecek". Konut sorunu yüzünden aileden birkaç jenerasyon aynı evde yaşamak zorunda. Yani "evlere sığmıyoruz" diye insanlar evlenmiyor. O ünlü Küba fotoğraflarında hep 2 dişi eksik yaşlı Kübalı teyzeler amcalar olması tesadüf değil. Çünkü nüfus artmıyor. Sağlık sistemi de dünyada bir numara olunca yaşlılar uzun ömürlü oluyor.

Küba'nın zenginleri işadamları değil

Devrimden önce, General Batista zamanında Küba, Amerikalı zenginler, özellikle mafya babalarının sayfiye yeri olarak kullanılıyormuş. O zevk-ü sefa döneminden kalan evler, arabalar, devrimle birlikte Havana'ya gelen Fidel Castro ve arkadaşları tarafından halka eşit olarak dağıtmış. Küba ekonomisi yıllarca Sovyetler Birliği'nin desteğiyle tek geçim kaynağı şeker kamışını satarak ayakta kalmış. Sovyetlerin çöküşü ve ABD'nin ambargosu nedeniyle yoksullaşan Küba halkı, fakir ama gururlu. Herkes eşit ama bazıları zengin. Kimler mi? Bizdeki gibi işadamları değil. Bueno Vista Social Club üyeleri gibi müzisyenler.




Ülke ambargo yüzünden yaşadığı ekonomik açmazları aşmak için sırtını turizme dayamış. Turistleri için halktan arındırılmış bölge olan Varadero'nun bizim Belek'ten farkı yok. En az 20 yıllık, çoğunluğunun İtalyan ve İspanyollar tarafından işletildiği her şey dahil otellerle dolu. Yani devlet ülkeyi kontrollü bir kapitalizm sürecine sokmuş bile. Otelleri yabancılar işletiyor, gelirin yarısını devlet alıyor.



"Küba cennet değil, Küba komünist bir ülke"

Sokak köşesinde durması yasak olan taksilerden biri bizi arabasına almak için köşede yavaşlayınca, polis anında durduruyor. Dünyanın en yavaş polis memuru, 20 dakikada ancak ceza yazabiliyor. Hem para cezası hem de ceza puanı yiyen taksici ise sinirden köpürüyor: "Bu ülkeyi cennet zannediyorlar. Küba cennet değil, Küba komünist bir devlet. Burada devlete çalışan, kendisini tanrı zannediyor. Ve bizim gibi vatandaşlara istediği gibi davranabileceğini sanıyor. Sorun Fidel ve onun etrafındakiler değil. Sorun devleti temsil ettiğini düşünerek bu gücü istediği gibi kullanabileceğini sanan alt düzeydekiler. Zaten kazandığımın yarısını devlete ödüyorum. Bir de böyle polis tarafından aşağılanıyorum".
Zannetmeyin ki Kübalı gençler hala Che Guavera gibi "Zafere kadar daima" diye haykırıyor. Buradaki şartlar KKTC'deki duruma benziyor. Devrim günlerini yaşamayan gençler, artık o mücadelenin ruhunu da taşımıyor. Çoğu sistemden şikayetçi. Halkın çoğunun devlet memuru olduğu Küba'da ortalama maaş 20-30 Dolar. Devlet, vatandaşın temel ihtiyaçlarını karşılıyor Ama bu şartlar genç Kübalıları tatmin etmekten uzak. Gençler, "Evet yarın ne yiyeceğim endişemiz yok ama yarın ne yiyeceğimi seçme şansım da yok" diyor.

Eğitim şahane. Bir de yatakhaneler unisex olmasa
Çocuklara belli bir yaşa kadar süt bedava. Maşallah pek gürbüzler. Sütlerin temini için ineklerin kesilmesi, dolayısıyla da domuz dışında kırmızı et yenmesi yasak. Kübalılar kitapları okumuyorlar, onları adeta yutuyorlar. Havana'nın "kordon boyu" diyebileceğimiz Malecon'da gördüğümüz ayakta kitap okuma seansı yapan yaklaşık 10 kişilik grubu ve Trinidad'da elinde mercekle hala kitap okumaya çalışan yaşlı teyzeyi görünce tabiri caizse " dumura" uğradık. Fidel, ortaokul ve liseleri şehir dışına taşıyarak yatılı hale getirmiş. Aliler eğitimden pek memnun. Ancak, kızlar ve erkeklerin bir arada yatılı olarak okuması nedeniyle artan cinsel ilişki oranları ve kürtaj vakalarından biraz şikayetçilermiş.


Kadın turistlerin yanında Jinitero denen Kübalı delikanlılar, erkek turistlere ise Habaneros denen genç kızlar eşlik ediyor. Turistik otellere, bar ve restoranlara Küba halkı giremiyor. Para kazanmak için değil, sadece buralara girmek için bile turistlere yanaşan genç kızlar görebilirsiniz. Hatta para almayıp, sadece bir gece kulüplerde eğlenebilmek
için turistlerle birlikte olan kadınlar varmış.



Ve tanrı kadını yarattı

Elimdeki Lonely Planet'e göre, Kübalı kadınlar arasında sadece heyecan yaşamak için turistlerle takılanlar bile varmış. Açıkçası, Habana Vieja'da gördüğüm mini etekli ana okul öğretmeni dışında, ki bu ülkede mini eteksiz sokağa çıkan kadın yok gibi, güzel kadın gördüm diyemem. Ancak, Nacional Hotel'de her gece sahnelenen Parisien Show'da bir kadın baş dansçı vardı ki... "Ve tanrı kadını yarattı". Seksapelini tarif etmem bile mümkün değil. O bir kadınsa peki ben neyim? Havana'ya sadece onu izlemeye gidilir mi? Gidilir.





Gelelim o eski Amerikan arabalarına. İçinizi geçirerek bakabilirsiniz. Yanında poz verip fotoğrafını çekebilirsiniz. Ancaaak binemezsiniz. Devrimden sonra Fidel'in halka dağıttığı bu arabalar Kübalıların özel mülkiyetinde olduğu için turistlerin binmesi yasak. Bizler ancak devrimden sonra devletin satın aldığı ve de devlet izniyle işletilen taksileri binebiliyoruz. Tabi daha çok para kazanmak için 50 model Chevrolesin'e kaçak turist müşteri alan açıkgöz taksiciler de yok değil. Devlet halka bedava puro dağıtıyor. Halk da kaçak olarak ucuza turistlere satıyor. Çünkü Küba'da popüler olan puro değil, sigara içmek.



Kübalılar hala cana yakın, hala güler yüzlü. Ancak, turist avı can sıkacak noktaya varmış. Yaşlı amcayla fotoğraf çektirdin, 1 peso. Delikanlı yol tarif etti 1 peso. Her turiste gözleri dolar işaretiyle parlayarak bakan Kübalıları görünce şu kapitalizm canavarına hayıflanmamak mümkün değil.

Fidel, dönemi bitti, Küba da bitecek mi?

Fidel, yönetimden çekildi. Ama zaten ülkeyi bir süredir kardeşi Raul Castro yönetiyordu. "Fidel dönem bitti, Küba da bitecek" diyenlere müjdeli bir haberimiz var. Kübalılar, kardeş Castro döneminde yönetimde pek bir değişiklik beklemiyorlar. İsmi bende saklı bir Kübalı, "Fidel'in siyaseti kardeşiyle de aynen devam ediyor ve devam edecek. Tek farkları Raul, Fidel'den daha çok iş, daha az şov yapıyor.

"Şov?" diyoruz, Fidel'in2 yıl önceki yılbaşında yaptığı konuşmayı anlatıyor: "Gece yarısından önce konuşması televizyondan canlı verilmeye başlandı. Tabi hepimiz seyretmek durumundaydık. Bu arada gece saat 12'yi geçti, 1 oldu, 2 oldu. Fidel'in konuşması tam 4 saat sürdü. Yeni yılı gece 3'ten sonra kutlayabildik".

Bunları yapmadan dönmeyin

-Hemingway'ın kaldığı Ambos Mundos otelinde şehrin en iyi mojitosunu için
-Hemingway'in müdavimi olduğu El Floridita'da Daiquiri içmeden dönmeyin.
-Kübalıların devlet izniyle pansiyon olarak işlettiği Casa Particular'larda kalın. Hem geceliği en fazla 20 dolara konaklama hem de Kübalılarla bir arada olma şansınız var.
-Havana Club ve Kübalıların tercihi olan Santa Diego romlarından alın.
-Paladar denen ucuz ev lokantaları deneyin. Çilek ve Çikolata filminin çekildiği Paladar La Guarina'da balık yiyin.
-Eski şehirdeki çikolata dükkanında- kapıdaki sırayı beklemeyi göze alarak- sıcak çikolata için.

17 Mayıs 2009

bir yudum becherovka bir yudum bira

Prag'a giderken yanınızda üç şey olmazsa olmazmış; şemsiye, spor ayakkabı ve sevgili...

Yolları arşınlayarak keşfedilir bu şehir. Öyle topuklu ayakkabılara falan gelmez arnavut kaldırımları. Şemsiye ise hiç bir yerde hiç bu kadar sık ve sürprizli gerekmez. Sevgili mi? Old town square denen meydanda, astronomik saat kulesinin tam karşısındaki kafede içilen mojitonun yanına en güzel sevgili gider. Her saat başı astonomik saat, her saat başı çalmaya başlar ve üzerindeki figürler harekete geçer. İşte o anda "şehvet, zevk ve sefahati" simgeleyen Osmanlı figürüne bakarken, imparatorluğun torunlarından biri olarak sefahatimiz bir kez daha tescillenir.


Bu anın bir başka side order'ı ise karanfil ve zencefil gibi bir takım bitkilerden hazırlanan becherovka isimli likördür. Yanına da soğuk bir bira. Bir yudum becherovka bir yudum bira, tadına doyum olmaz. Doyunca da yalpalamadan yürümek mümkün olmaz. Çekler birçok şifalı bitkiden oluşan bu likörü yemekleri hazmetmek ve de ilaç niyetine içiyor.

İş mevzusuyla birer hafta arayla iki kez gittiğim Prag, iki günde gezilen, kukla almadan dönülmeyen, "Yahu nerede ünlü Çek kızları" diyeceklerin akşamları old town square civarındaki şık barlara uğraması gereken, bir kez görülmesi gereken ama Küba'ya gidince olduğu gibi "bi daha bi daha" nidalarına sebep olmayan bir kent.

Prag'a gideceklere 2 kıyak tüyo. Ekşi sözlük okuyanlar, taksilerin pahalı, exchange office'lerin de komisyonlarıyla kazıkladıklarını bilir.

Kızılay'dan Çankaya'ya kadar bir mesafede 20 Euro taksi parası vermek istemeyenler, AAA taksi firmasını 14014'den arayarak, yoldan çevireceğiniz bir taksinin yarısı kadar bir meblağ ile ulaşımlarını sağlayabilir. Para bozdurmak içinse komisyon alan yerlere girmeyin. % 0 commission yazan bazı yerlerde ise pencerinin köşesinde küçücük harflerle "bilmem kaç euronun üstünde bozdurursanız" şartını koyuyorlar. Siz yazıyı farketmeden parayı bozdurunca fena koyuyor.

Nerudova caddesinin başında, tam da kaleye çıkan yolun köşesindeki cafede şahane tatlı strudel yenilirse pişman olunmaz.

Garsonlar gardiyan gibi davransa da, sipariş verme cüretinde bulunmak suçmuş gibi horlansak da, empati yaparak "ne de olsa biz komünizm görmedi" diyerek avunuyoruz. Prag'da garsonlardan azar yememiş turist yoktur. Çekler, hizmet sektöründe tam bir facia.


Zaten Türklerden pek hoşlaşmıyorlar. Daha doğrusu Osmanlı'dan. Bizim çevirmen Martin, ki dünyanın en şeker çevirmeni ilan ediyorum, (iş seyahati olduğunu hatırlatayım. Çeviri tamamen resmi görüşmeler için) annesi ve babasının başından geçen bir Osmanlı-fobia hikayesini anlattı.
Martin'in Çek vatandaşı annesi ve Türk
babası Çekoslavakya'nın komünizm dönemlerde tanışır ve aşık olurlar. Türk baba, Çek annenin ailesiyle tanışmak üzere Çekoslovakya'ya gelir. Ancak, ülkeye giren her yabancının bir an önce resmi bir yetkiliye kayıt ettirilmesi gerekmektedir. Türk babanın gelişi gece saatlerini bulmuştur ve bulundukları yer dağ başında bir köydür. Telaşla kayıt yaptırmak için gece yarısı kilise papazının kapısını çalarlar. Gecenin o saatinde rahatsızlık verdikleri için bir bir özür dileyen aşıkları güler yüzle karşılayan papaz şöyle cevap veririr: "Bu saatte gelen Türk bile olsa yardım ederim!"