15 Şubat 2010

nihayet casita

İstanbul'un Casita'sı nihayet Ankara'ya da açıldı.

Aslında İstanbul Etiler'deki Casita, gece gezmelerinden dönerken, bizim Aspavamız gibi sabaha karşı gidilen salaş bir mantıcıydı. Sonra marka oldu, yürüdü, zincir dükkanlar açmaya başladı. Ankara'daki yer ise sabaha karşı alkollü mideyi dindirmek için değil ama iş çıkışı gidilecek şeker bir cafe-rest olarak açıldı.


Tabi ki son dönemin cafe cenneti Filistin caddesine.




Dekorasyonu çok şeker. Detaylar, sürprizlerle dolu. Bir de fresh bir yer, iştah açıcı.

Aslen mantıcı olmakla birlikte menüde sezar salatasından köfteye kadar yok yok.

Kabak çiçeği dolması misler gibi. Ege Salatasının ise büyük beklentiye girilecek alengirli bir tarafı yok.

Zaten bizim derdimiz de mantıydı. Diğerleri aklımızda kalması diye Trio mantıyı denedik.






En soldaki domates, patlıcan soslu vejeteryan mantı gibi bir şey. Fena değil. En sağdaki için fesleğen ve krema soslu linguini desek daha doğru olur. Biraz ağırdı, ama eminim seveni çıkar.

Benim favorim ortadaki, Feraye oldu. Bildiğimiz mantıya en yakın olanı ama daha hafif.

Feraye mantısı, ismini Kaya Çilingiroğlunun hayat arkadaşından almıyor.

İsim annesi Müzeyyen Senarın kızı.





Bir de yemeklerin böyle hikayesi olan isimleri var.

Mesela Huysuz Virjin Tatlısı. Adını Virjin koymuş. Fotoğrafıyla tescilli.

Mantıcı olmasına rağmen içki servisi,hatta sağlam bir şarap menüsü de var. Etraf biraz teenager dolu gibi geldi ama doğaldır.

Ne de olsa böyle mekanları önce Bilkent gençliği test eder.






13 Şubat 2010

introduction to TBMM 101

Öyle bacak bacak üstüne atmak yok. Kahkaha atmak sakın haaa. Boru mu önünde milletin vekilleri oturuyor.


Burası Ecevit'in karşısında poposunun sağ yüzünü devirerek oturan Clinton’ın Oval Ofis’i de değil. Öyle kaykılarak oturmak falan yok. Bu tür laubali davranışlar milletin temsilcilerine hakaret.





Bahsi geçen TBMM Genel Kurul Salonu. Ünlü turuncu ceylan derisi koltukları olan salon. Bu arada ceylan derisi falan da değilmiş o koltuklar. Aslında bildiğin dana derisi. Haberde algı işte böyle işte. İlk kez nasıl yazarsan, efsane o şekilde kalır.


Elimde gazetelerle giriyorum, görevli itiraz ediyor ,"Onlarla girilmez". Çantaya tıkıp, köşeye geçiyorum. Yine geliyor, “Montunuzla oturmayın lütfen” diyor. Çıkarıp koltuğuma asıyorum. Yetmiyor, “dışarı asın burada yassah”.

Akıllı bıdık ile “kavasları” çekiyorum. Benimki yanıma dikiliyor, “Çekme fotoğraf yassah”. “E ama oradaki fotomuhabirler çekiyor. Bak kolum kadar makine var elinde”- “Olmaz onlar çekebilir sen çekemezsin”-


“Niye abicim ben de gazeteciyim, ondan tek farkım benim makinem küçük ”.


Nuh diyor peygamber demiyor. Bana neden” yassah “ olduğunu da bir türlü ifade edemiyor. Çünkü mantığı yok, kuralı var. Ben o kol gibi makinası olan her zaman gördüğü fotomuhabir ya da muhabirleden değilim. Dışarıdan düştüm ya Meclis'e. Tüm cakası bana.



Smokinvari kıyafetler giyen, önünde metal kolye gibi aksesuarlar takan kadın ve erkekler dolaşıyor ortalıkta. Kavas deniyormuş bunlara. Kavaslar salonun köşelerinde emre amade ayakta hazır bekliyor. Milletvekili çağırıyor kavası. Şunu getir bunu götür yavrucum yapıyor. Masalar arası tıkır tıkır mekik dokuyorlar. Enteresan bir görüntü.

Fotomuhabirleri ve benim bulunduğum yer milletvekillerini arka tarafında, üstte loca gibi bir balkon. Hani eskiden Akün sinemasının üst katı vardı ya onun gibi.

Geçenlerde birbirlerinin üstüne çuvallanan milletvekillerinin dövüş arenası olan işte bu genel kurul salonu. Hani bazen milletvekili alışveriş listesini okurken ya da birbirlerine not gönderirken fotoğraflanır, haber olur. İşte onları avlayan foto muhabirler bu locada pusuya yatıyor.




Meclis'te çoğu kulağa rasyonel gelmeyen böyle kurallar manzumesi uygulanıyor. Kotla gelme, bacak bacak üstüne atma, kahkaha patlatma diyerek semboller üzerinden milletin vekiline saygı göstermek gerekiyor. Onlar da bacak bacak üstüne atmak yerine birbirlerine kafa atıyor, yüce Meclis'e saygıda kusur etmiyorlar.

(photos by Murat Öztek)

06 Şubat 2010

Irak’a Ditto’lar gerek

Irak demişken. Bu ülkede Beth Ditto ekolü makbulmüş.

Erbil’de restoran açma gafletinde bulunan bir Türk arkadaşım anlattı. Gelenler diyor ki; Burasının iş yapması için kadın garson çalıştırmak gerekiyormuş. Ama öyle filinta gibi, zarif, ince kadınlar değil. Etli butlu, bildiğin beyaz balina Aydın tadında. Iraklı erkekler bu tür yerlerde çalışan kadınlara öyle tehlikeli boyutta asılmazmış. Yani elle taciz, eve götürmeye çalışmak falan yok. En büyük emelleri kadınların telefon numarasını almaya çalışmak olurmuş. Zaten memlekette sevgilisi, karısı ya da herhangi bir kadın ile restoran, bara giden yok. Ben bahsi geçen restorana girince de uzaylı etkisi yaratmıştım. Ama etkisi uzun sürmemişti. Çünküüüüü…

Benim gibi çirozlara Irak’ta rağbet yok. Varsa yoksa Ditto’lar.

beleş pay tv bulunca

Bu yazıyı birkaç yıl önce başka bir vesile ile yazmıştım. Gün yüzüne çıkması bloga nasip oldu.




Savaş şartlarında, yokluk içinde yaşayan Iraklı bürokrat ve siyasiler için Türkiye'ye düzenlenecek resmi gezi kaçırılmayacak bir fırsat. Yanı başlarındaki Türkiye'deki konfor da, ağız sulandıracak cinsten.




Hal böyle olunca Irak Başbakanı'nın yurt dışı ziyaretleri de dev kadro ile gerçekleştiği için Bağdat'taki resmi koridorlarda Türkiye yolu dört gözle bekleniyor.









Geçtiğimiz aylarda Irak Başbakanı yine Ankara'daydı. Biz "PKK ne olacak?" işleriyle uğraşırken, Türkiye ve Irak bir "Pay TV krizi"nin eşiğinden döndü.

Swiss Otel'de konaklayan heyetin kalabalık bir bölümü, Irak şartlarında kullanma lüksüne pek sahip olmadıkları Pay TV kanalını görünce ipin ucunu biraz kaçırır. Gecenin geç saatlerine kadar pencerelerden televizyonların mavi ışıkları yansır. Adı üstünde "Pay TV", yani "İzlediğini Öde". Otelden ayrılırken sıra fatura ödemeye gelince "Pay TV" krizi baş gösterir. Ne Irak Dışişleri Bakanlığı ne de Irak Başbakanlığı bu faturayı ödemeye yanaşmaz. Eee Iraklıların erotik hatta pornografik filmler içeren Pay TV faturasını Türk Dışişleri Bakanlığı ödeyecek değil ya!






Konu Irak Başbakanı Maliki'ye kadar taşınır. Küplere binen Maliki bürokratlarına "hemen ödeyin" talimatı verince konu kapanır. Ancak, Bağdat'a dönen uçağın arka koltuklarına mahcup bir sessizlik hakim olur.



Maliki, geçtiğimiz günlerde 30 kişilik dev heyeti ile yine Ankara'daydı. Ancak yaşayacakları konforu düşündükçe gözleri parlayan Irak heyeti bu kez bir sürprizle karşılaştı.

Önceki geziden ağzı yanan Irak Dışişleri Bakanlığı, Maliki'nin son ziyareti için bazı tedbirler almayı ihmal etmemişti.








Yine Swiss Otel'e yerleşen heyet, gün boyunca terörle mücadele anlaşması için çetin müzakereler yaptı. "İmzalanacak mı imzalanamayacak mı?" stresiyle gergin saatler geçiren Iraklılar, akşam saatlerinde dinlenmek üzere oteline döndü. E-postalarına bakmak, belki biraz sohbet sitelerine takılmak için odalarındaki internet bağlantısını kullanmak istediler. Ancak, Irak Başbakanlığı bu kez tedbirli davranmış, rezervasyona sadece yatak ve yemekleri dahil etmişti. İnternetin saatinin 8, günlüğünün de 15 dolar olduğunu öğrenen Iraklılar pahalı bularak kullanmaktan vazgeçti.




Yataklarına uzanıp, "şöyle eğlenceli bir film izleyerek dinleneyim" diyen konukları bu kez başka bir sürpriz bekliyordu. Önceki kabarık faturadan ağzı yanan Irak Dışişleri Bakanlığı otele, "pay TV'ler kapatılsın" talimatı vermişti. Telefonlar da sıfırlı hatlara kapatılmıştı. Iraktaki eşlerini aramak için ücretini de ödemeleri gerekiyordu.




Odada yapacak bir şey bulamayan Iraklıların bazıları boş televizyon ekranına bakmaktansa aşağıya inip masaj yaptırmaya heveslendi. Ancak masaj da artık "ekstra ücretli"ydi. Paraya kıyamayanlar bu kez lobiye yöneldi.







"Bir buzlu viski" diyenlerin de hevesleri kursaklarında kaldı. Sadece çay ve kahve ücretleri karşılanıyordu. Otel işletmesi Irak Dışişleri'nden içki siparişleri için sıkı talimat almış, hafif demlenmek isteyenler ise elleri cebe atmak zorundaydı.




Iraklılar Ankara'da sadece bir gece kaldı. Esenboğa Havalimanı'ndan uğurladığımız Maliki'nin heyetinde yine mahsun bir sessizlik hakimdi. Ne de olsa Ankara artık eski Ankara değildi

sercedes benzz

Özgür'le yeni arşiv çalışmamızdan ilk eserler..


Bu balığı Özgür Özcan'la göreve giderken yakaladık; "Sercedes Benzz"




Yine bir Ö.Ö çalışması; "Sen tanımazsın eskiler tanır beni"





Araba kullanırken foto kovalayınca ancak bu kadarını yakalayabildim; "Baba yorgunum sen geç"


02 Şubat 2010

Londoner




“Eee neler yapıyorsun" diye sorunca ben de diyorum ki "hep iş iş iş”. İş gezileri bazen yeni keyiflere vesile oluyor, tadına doyum olmuyor.


Londra yemek gecelerini geleneksel spare ribs ya da soslu yengeç ile açmayı planlarken Thai yemeği ile başladık. Busaba Eatthai, bu sıralar pek “hip” bir restoranmış.
Fotoğrafların fluluğundan anlaşılacağı üzere loş ışıklar, siyah ağırlıklı dekor. Koca, kare, ahşap masalarda, diğer müşterilerin yayına oturuluyor. Zaten müşteri kaynıyor. Rezervasyon yok. Kapıda kuyruk uzanıyor.
Oturduğumuz masada Türklerle karşılaşmaca, olmazsa olmazdı zaten.


Ardından, kendi ülkelerindeki gibi esmer kızlara meraklı Cezayirliler oturuyor. "Are you Muslim?" , “I like politics”. İnglizce kırık ama özgüven tam.
Sonradan öğrendim ki Londra’nın restoranlar kralı Alan Yau'nun açtığı mekanlardanmış. Ünlü Wagamama, Hakkasan, Yauatcha’nın kurucusu Alan Yau’nun eşi Jale bir Türk. Bu nedenle restoranlarındaki garsonların çoğu Türk öğrenciler. Nerden mi biliyorum? Londra restoran eleştiri yazılarımdan. Time Out’ta çıkmadı hiçbiri, sadece ödev olarak kaldı. Kısmet blog’umaymış.
















Pat king talay- en lezzetlisi acılı kızarmış karides

Tom yam talay – Karidesli noodle çorbası

Pandan chicken- pandan yaprağına sarılı tavuk.
Bir de köri sosolu tavuk aklımda kalanlar



Ardından Gordon’s wine bar. Embarkment’da. 100 yıllık.

Londra’nın en eski şarap evi.

Yerin altında mahzen gibi bir yer. Hatta bazı bölümlerinde başınızı eğerek yürüyorsunuz. Tavanda eski elektrik ve su boruları geçiyor. Tabandan da her an bir fare geçecek gibi. Boş masa bulmak neredeyse imkansız. Peynir ve salata barı da var.
Duvarlar da 100 yılın gazete, fotoğraf arşivi. Kraliçe Elizabeth'in genç kızlığı, yeni gelin hali, olgunluk dönemi, popodan kılları ağartmışken. Hep çirkin, hep çirkin. Bi de Camilla'ya bok atıyorlar.
Biz mis gibi Porto şarabı içtik, güzelleştik. Yine Araplar musallat oldu. "No English" yaptık. Yemediler tabi. Çok kaba olduğumuzu söyleyip küstüler. Yine de arkamızda fantazilerini İngilizce dillendirdiler.