26 Eylül 2009

kusursuz fırtına



Eylül en güzel zamanı dediler. İlk kez bir tatil öncesi dersimi çalışmadım, hava durumunu kontrol etmedim. Al sana. Nasıl rüzgar, nasıl soğuk. Sanki kusursuz fırtına filmi setindeyiz. Bikiniler yalan, bizim de ilk iş balıkçı yaka kazak satın almak oldu.

Ancak ada bize acıdı, ertesi gün güneş biraz yüzünü gösterdi. Üçüncü gün Ayazma’da güneşlenip denize giriyorduk. Ama bu tatilden bize güneşten çok yeme içme düştü.
PC: fotoğrafların çoğu bahsedilen mekanlara ait değil, adadan kelalaka detaylardır.


Polente

Mavi sandalye, Leonard Cohen, gelen geçeni izle, beyaz Tenedos iç, yanında Haruki Murakami-İmkansızın şarkısı.


Kahve Evi

Şömine önünde örgü ören de var, sabah gazetesini okuyan da. Kahvaltı enfes, dünyanın en muhteşem vişne reçeli. Satın alıp eve götürmek istiyorum. Ama her sabah elcağızıyla yaptığı mis gibi vişne reçelini yedirmeye çalışan Suzi’ye çok ayıp olur diye vazgeçiyorum.






Cafe at Lisa’s

Tatlıları ünlü. Tiramisuyu iyi yapan her tatlıyı iyi yapar. Lisa sınıfı geçti. Üstelik bu tiramisuyu yiyen tavlada da marsı çakıyor! Yemeyen tavlayı koltuğunun altına alıp, kendi etrafında bir tur dönüyor.


Bakkal

Evet burası bir bakkal. Gurme bakkalı. Aslında şarküteri. Ve de kafe. Şaraplar, peynirler, ithal şampuan falan filan. İçerde iki masa. İster yemek ye, ister sadece bir kadeh Corvus-Cabernet Sauvignon da iç. Buzz gibi, bayılırım.




Battı Balık

Bazı yerlerin iyi olduğunu kapısının dışından anlarsınız ya. Yok öyle şatafatlı, gösterişli falan olduğu için değil. Bilakis, olağanca sade, küçük, kendi halinde. Ama detayda öyle özenli. İyi restoranı artık kapısının önünden geçerken hisseder oldum. Çinekop ızgarayı öyle güzel yaptılar ki, kaymak gibi, parmaklarımla yedim. Üstüne bu yörenin peynir tatlısını indirdim. İşini elinin ucu ile yapmayan herkesi bir kez daha takdirle anıyorum.


Tenedos Balıkçısı

Kedileri sevmeyen, hele korkanlar bu adaya ayak basmasın. Ya da elinde içi su dolu bir fıs fıs ile dolaşsın. Çok ciddiyim. Sahil kenarında kedi istilasına uğrayan balık restoranlarındakiler bile müşteriler rahatsız olur diye su fıs fıslarıyla dolaşıyor.

Şimdi ben Levrek uzmanıyım ya. Öyle her yerde pişen levreği yemem. Sahil boyunca bir sürü şeker mi şeker balıkçılar. Mekanlar güzel de, o kapıda bekleyen müşteri çığırtkanları var ya. Antalya’daki dericiler, kapalı çarşıdaki turist avcıları gibi. Onlar buyur ettikçe, kaçar adım uzaklaşırım. Kardeşim sanki mekana girecek adam senin sesine, davetine, ısrarına mı tav olacak. Neyse biz böyle hızlı adımlarla uzarken, restoranlar bitti. Bir balık toptancısına geldik. Koca koca levrekler, gözleri cam gibi parlıyor, tap tazecik. Aldık şöyle bir orta boy deniz levreği. Pişirttirmek içinse Tenedos’u önerdiler.


10 numara! Balık ızgarada öyle yavaş yavaş, uzun uzun pişerse kurur. Bizimki nerdeyse benim elimden çıkmış gibi. İçi sulu, dışı yanmamış. Yanına adanın yerli üzümlerinde yapılan kırmızı Karga, yine Corvus’tan. Üstüne de kedoş cezmiyle oyun. Daha ne olsun..

12 Eylül 2009

life is a cabernet




Hafifletir bazı yerler. Uçuşan beyaz tüller gibi. Renklerden mavi-beyaz olur.

Uzat ayaklarını. Çek içine güneşi, ayçiçeği gibi.

Pinekle.

Önceden ve sonrasından sıyrıl. Kal o anda.

Rüzgarla ürperip sırtına al hırkayı. Güneş buluttan çıkınca fazlalık yapsın. Tek derdin bu olsun. Tek hesabın, güneşin buluttan ne zaman kurtulacağı.






Sorumsuz günlerin coşkusu geri gelsin.

Tiril tiril elbisenin eteklerini sallayıp zıplayarak yürümek gibi.

Sadece aklına geleni yap.

Zamanı günün ışığıyla, acıkan karnınla, ağırlaşan göz kapaklarınla yakala.

Kendine bir Cabernet Sauvignon günü yap.

Bozcada’da..






Mikonos böyle bir yerdi mesela. Hafif.

Artı bir de aklına eseni yapma özgürlüğü, keşif coşkusu.

Şirince, Kaş, Como Gölü, Barcelona, Montmartre tepesi, Brugge, Havana…

Zor zamanların hayal kareleri hep buralar oldu.

Listeye Bozcaada da eklendi.