28 Nisan 2010

deryanın

Bu hissi püfür püfür uçuşan beyaz tüller verir. Bir de çivit mavisi pencereleriyle beyaz evler. Tiril tiril yazlık elbiselerle beyaz minderli geniş koltuklarda mojito içmek de. Hamakta kıvrılmışken dalların arasından sızan güneş yakaladığı yeri ısıtır ya, o zamanlarda da olur bazen. Bir şey daha varmış ruhu yükselten. O an sanki yeni bir hayatın başlangıcıymış gibi hafifleten.

Yakamozu sadece şarkısından bilirdim. Ya o saklandı ya da ben görmesini bilemedim. Kaş’ta çıktı karşıma. Derya plajında demlenirken öylece önüme serpildi. Gece karanlıkta olur zannederdim. Oysa dolunay güneşin esaretinden kurtulduğu anda ortaya çıktı. Karşıdaki kayalıkların altından bana doğru uzanıp yanıp yanıp söndü.

Bu anların fotoğrafı yok. Onun yerine başka fotoğraf koymak da yok.

Bu yüzden şimdi Kaş’ı anlatmayacağım. Derya Beach’i de anlatmayacağım. Bu plajda akşamları kayalıkların üstünden Meis’e karşı içilen şarapları, Pink Martini’nin o anlara şahane gittiğini, begonvillerden, limon ağaçlarından sızan güneşle mayışmayı, mayışınca çağlalara uzanmaya üşendiğimi, Fatma’nın akşam üstü keklerini, Derya’nın Ali’nin mojitosunu, oğlak kolunu, Fırat’ın neşesini de anlatmayacağım.

Anlatmakla olmaz. Gitmek de yetmez. Derya’nın parçası olmak gerek.